İbn-i Sina Düşünce Sistemi
İbn-i
Sina’nın düşünce dünyası üzerine bir analiz yapmaya onun ilmi ve hikmeti
sınıflandırması ile başlayacağım.
İlmi
Sınıflandırma:
1. Maddesinden
ayrılmamış olan şekillerin ilmi : Tabiat ilimleri veya aşağı ilimler
2. Maddesinden
tamamen ayri olan şekillerin ilmi : Metafizik ve mantık veya yüksek ilimler.
3. Maddesinden
ancak zihinde ayrılan, bazen onunla bir, bazan ayrı- olan şekillerin ilmi :
Matematik veya orta ilimler.
İbn-i
Sina matematik ve orta ilimlerin, diğer ilimlerin anlaşılabilir olması için
gerekli bir ilim olduğunu düşünmüştür. Yani metafizik olan ile doğada var olan
arasında bir bağlantıya ihtiyaç olduğu ve bunların hepsini kavrayabilmek için
isse orta ilimlere ihtiyaç olduğunu belirtmiştir.
İbn-i
Sina felsefeyi de iki kategoriye ayırmıştır.
1. Nazari
Hikmet
2. Ameli
Hikmet
Birincisinde
tabiat felsefesi, matematik felsefe ve metafizik vardır. O yalnız bilgiye
aittir; eylemle ilgisi yoktur. İkincisi hem bilgiye, hem eyleme aittir, İbn-i
Sina yaptığı sınıflandırma da bireyden topluma değil toplumdan bireye doğru bir
analiz yolu izlemiştir.
Mantık
ile ilgili görüşlerinde de, mantığın hedefinin insanı yanlıştan koruyan bir
araç görevi görmesi olarak ifade etmiştir.
İbni
Sina bilginin kesin bazı ilkelere dayandığını ve bütün bilgimizin sezgi ile
elde edilen bu ilkelerden sonuçlama yolu ile çıkarılacağı kanısındadır. İbn
Sina tecrübeye büyük bir önem vermekle, bilgiye duyum ve algı ile başlamakla
beraber tecrübeyi akıl kadrosu dışında görmez. Her türlü bilginin akledilir
şekillerden ibaret olduğunu söyliyerek idealizme ulaşır. İbni Sina mantığı bir
araç olarak kullandığı gibi sezgileri de bir araç gibi kullanılacağını
belirtmiştir. Mantığı bir değerlendirme aracı olarak kullanırken sezgileri ise
bir başlangıç aracı olarak var saydığı çıkarımını yapabiliriz. Mantık ve
sezgilere ilave olarak bir de tecrübeyi gündeme getirmiştir. Tecrübeler,
sezgilerle başlanan bir sürecin ardından mantığın bir araç olarak
kullanılmasından evvel mantıki değerlendirmelere yardımcı olacak bir araç
görevinde olacaktır. Çünkü mantık aracı, yeterli bilgi ve tecrübeye sahip
olunan bir koşulda en iyi verimlilikte bir netice ortaya koyabilecektir. Bu
değerlendirmesi ile İbni Sina çok önemli bir çıktı ortaya koymuştur.
İbni
Sina ruhun ne olduğuna dair bir düşüncesinde, var olan her şey ya madde, ya
şekil olarak var olduğunu belirtmiştir. Ruh şekil cinsindendir, çünkü içinde
oturduğu beden için bir iç hareket ilkesidir. İbni Sina'ya göre ruh manevî bir
cevherdir. Bunu kanıtlayan iki metod vardır: 1) Ruhu bir cisim gibi tanımlıyan
eskilerin yanlışlarına karşı kanıtlar ileri sürerek;
2)
Ruhun cisim nevinden olmadığına dair asıl kanıtlar göstererek.
İbn
Sina eserlerinde ve asıl ruha ait başka yazdığı risalelerinde bu iki noktayı
aydınlatıyor. Öyle ise soru şu olacaktır: Ruh beden olmadan kendini bilebilir
mi? Bedenin varlığını bilmeden önce kendi varlığını olumlayabilir mi? Eğer bu
mümkünse, o gerçekten bedenden ayrı ve bundan dolayı da manevî bir cevher
demektir.
Ruhun
bir cevher olduğunu kanıtlamak için onun bir araz olmadığını kanıtlamak
gerekir. Bunun için insanın meydana geldiği varlığında ruhun daima bir ve ayni
olduğunu göstermelidir. İbni Sina'ya göre ruh bedenle birleşirken, daha önce
başka bir şekilde var olan bir bedenle mi birleşiyor, yoksa kendisine şekil
verdiği bir maddeyle mi birleşiyor? Başka deyişle, ruh bu bedenin ruhu mudur?
Yoksa beden bu ruhun bedeni midir? Yani ruh cevher midir, araz mıdır? Cevabı
şudur: Ruh bedene varlık veriyor; bunun için onun arazı değildir. Onun
yetkinliği olunca, beden onunla bedendir. Öyle ise ruhu almadan önce bedenin
beden olarak var olduğunu farz etmek çelişiktir. O, bu bedeni alınca, bedeni
meydana getiriyor ve bunun için de cevherdir.
Ruhun
kendi başına bir cevher olduğu düşüncesi insanın varlığını açıklama veya
metafizik bir varoluşa değer yükleme anlamında başarılı bir tespittir. Çünkü
ölüm halinin gerçekleşmesinin akabinde bedenin fonksiyonlarını yitirmesi, bir
varlık gösterememesi bunun delili olarak ortadadır. Ölüm hali gerçekleşmeden
önce insanın gösterdiği varlık onun yalnızca bedenden meydana gelmediğini,
varlığının yalnızca nesneyle alakalı olmadığının göstergesi olmuştur. İbni Sina
insanı ve çevresini anlamlandırmak için bir çaba içerisine girmiş ve bunun
neticesinde de önemli bir düşünce altyapısı oluşturmuştur.
İbni
Sina insanın kendi varlığını bilmesinin bir vasıta olmadan olabileceğini ancak
bedenini tanımasının ise vasıtasız olamayacağını ifade eder. Akıl bir yana
bırakılırsa, nefsin bütün yetileri kendi kendilerini bilemezler. Duyum
kendisini algılayamaz. Hayalgücü kendisini hayal edemez. Yalnız akıl kendisini
düşünür. Çünkü akıl zaten soyut bir şeydir ve bir nesne halinde bir araca
dönüşmemiştir. Bu nedenle de somut bir vasıta olarak değerlendirilmez.
Bir
alet kullanan bütün yetiler çalışmaları uzadıkça yorulurlar; çünkü aletler,
çalışma sırasında yıpranır; kuvvetli bir ışık gözleri kamaştırır. Hızlı bir
yürüyüş bacakları yorar. Gözümüzü kuvvetli bir ışığa bakınca daha zayıfını göremeyiz.
Halbuki ruha ait bilgide iş değişir. Daha yüksek bilgilere ulaştıkça ruh
ötekilere daha kolay ulaşır, hayalgücü yorulur, fakat ruh yorgunluk duymaz.
Burada yine soyut olan yetilerin somut olanlardan ayrıldığını görüyoruz. Burada yalnızca hayalgücünün yorulması
meselesi ile ruhun yorulmaması meselesi birbiriyle çelişmektedir. Çünkü her
ikisi de soyuttur. Öyleyse soyut olanlar içerisinde de bir farklılık vardır.
Burada ki hayalgücünün yorulmasını şöyle açıklayabilirim: İnsanın ruhu bir şey
hissetmez, yorulmaz veya bir ihtiyaç halinde bulunmaz şeklinde izah edilmişken
hayalgücünün belirli zaman aralıklarında sınırları olabileceği, üretkenliğinin
durabileceği şeklinde bir sonuç çıkarmaktayım. Fakat ruh ile ilgili tespit
yeterli değildir. Çünkü insan sosyal bir varlıktır ve İbni Sina’da psikoloji
üzerinde düşünmüş bir kişidir. Psikolojinin varlığı bilinmekte iken insanın
ruhunun ihtiyaçları olmadığı anlamına gelmemektedir. Ruhun yorulmaması ya da
yıpranmaması yozlaşmayacağı anlamına gelmemektedir. Çünkü akıl ve nefis ruhun
bir parçasıdır ve bu ruh zamanla beslendiği kaynağa göre iyi bir ruh veya kötü
bir ruh olabilir. İyi ruh veya kötü ruh doğuştan gelen bir şey değildir.
İnsanlar iyi veya kötü olarak doğmaz. Doğup gelişirken ruhunu besledikleri
kaynaklara göre ruhlarını iyi veya kötüye dönüştürürler. Bu da insanın ruhunun
soyut da olsa beslenebildiğini göstermektedir.
Bedenin
ihtiyarlaması ile organlar zayıflarlar. Kırkından sonra bu hal daima başlar.
Buna karşı ileri kavrama prensibi asıl bu yaştan sonra kuvvet kazanır. Ruhun
faaliyeti organik yetilerin faaliyetine tam zıddıdır. Burada da ruh ile bedenin
birbirine benzemediğini, ikisinin işlevsel olarak farklı birer işleyişe sahip
olduğu anlaşılmaktadır.
İbni
Sinâ nefsin varlığım iki türlü kanıtlamaya kalkmıştır:
1)
Birlik kanıtı ile : Onda bütün şuur halleri tam olarak vardır;
2)
Aynilik kanıtı ile : Şuur halleri değişse de, o ayni kalır.
İbni
Sina doktor olmasının getirdiği tecrübe sayesinde insan bedenine de hakim
olmuştur. Bu nedenle insan bedeni hakkında detaylı bilgilere de sahiptir.
İnsan
nefsiyle ilgili olarak ileri sürdüğü düşünceleri; onun güçleri esasta yapıcı güç
(El - kuvvet el - âmile) ve bilici güc (El - kuvvet el - âlime) diye ayrılır.
Bunlardan her birine isim ortaklığı ile akıl denir. Yapıcı akıl kendine yarayan
ve kendine mahsus şeyleri görmek üzere insan bedenini özel fiilleri yapmaya
götürür. Bunu hayvandaki hayal ve vehim güçlerine benzetebiliriz. O işleyişi
sırasında bütün bu güdülerden faydalanır. Kendisi için faydalı olanı
zararlılardan ayırır. Yalanın, zulmün kötü olduğunu bilir. Bu güçler yardımı ile
kötü huylar iyi huylardan ayrılır. Huylar böylece beden güçlerine bağlanırlar.
Birinciler ikincilerden üstün geldiği zaman insan iradesiz ve ahlâksız,
ikinciler üstün geldiği zaman iradeli ve ahlâklı olur. İbni Sina'nın, insan
nefsinin yapıcı gücü dediği bizim irade dediğimizin aynıdır ve onun yardımı ile
iyiyi kötüden ayırmak mümkün olur.
Bilici
güce gelince, buna İbni Sina teorik güç demiştir (El - kuvvet el - nazariyye).
Bu ötekinin üstündedir ve ona yön verir. Yapıcı güç ancak onun yardımı ile
doğruyu yanlıştan ayırabilir ve karar verebilir, insan nefsinde iki yüz vardır
: biri bedene çevrilmiştir ve bedenin yaradılışına, onun ilkelerine benzer : bu
yapma gücüdür. Öteki yukarıya çevrilmiştir ve üstün âlemden kuvvetini alır; bu
da bilme gücüdür. Teorik güç ise, maddeden ayrılmış tümel şekillerin izlerini
alan bir güçtür.
Zekâ
da bir sezgi gücüdür, insanda sezginin kendi kendine meydana gelmesi mümkündür.
Sezgi yolu ile insan akıl ilkelerini elde eder. Yani faal aklın ilhamı ile
ondaki bütün şekiller insan aklına akseder. Bu suretle elde edilen bilgi kesin
bilgi (El - Um el - yakinî) olur. Ondan da üstün peygamberlik gücünden başka
bir şey olmayan kutsal güç vardır ki (El - kuvvet el - kudsiye), insanlık
güçlerinin en üstünüdür.
İbni
Sina akılları farklı şekillerde kategorize etmiştir ve bunlar arasında bir
hiyerarşi kurmuştur. Akılların birbirlerinden üstün olduğu ve üstünlük
derecesine göre birinin diğerini yönettiği bir hiyerarşinin varlığından
bahsetmiştir. Bu hiyerarşinin en tepesine de kutsal akıl ve kazanılmış aklı
yerleştirmiştir.
Zorunsuz
varlık doğan ve ölen şeylerin varlığıdır. Zorunlu (zarurî) varlık, varoluşunu
başka bir şeyden değil, kendisinden alan varlıktır. Şeylerin varlığı zorunsuz
varlıktır. Allah'ın varlığı zorunlu varlıktır. Ibn Sina Allah'a âlemin ilkesi
olan zorunlu varlık demiştir. İbn Sina'ya göre âlem Allah'tan çıkmıştır. Başlangıçta
yalnız Allah vardı. O tek varlıktır, ilk zorunlu, ilk sebep, ilk hakikattir.
Allah'tan bir varlık doğar. Bu ilk sebeplenmiş şey (el-malûl al-evvel) dir.
Buradan âlemin nefsi ve bedeni (yani Faal Akıl) doğar ve bu akıldan gök
âlemlerinin nefsleri doğar.
Varlıların
zorunluluğu, ilkliği ile ilgili düşünceleri bu şekildedir. Zorunlu varlık ile
zorunlu olmayan varlıklar arasındaki bağlantı ise iki varlık arasındaki
birbirine ihtiyacı noktasında varlığını gerçekleştirecek zorunluluk hali doğar.
Örneğin insanın varlığının gerçekleşmesi için Allah’ın varlığının zorunlu
olarak olması gibi.
Allah
ilk cevher ve zorunlu varlıktır. Her şey ondan çıkar. İyilik ve kötülük de
ondandır. Fakat onun zorunluluğu kör bir zorunluluk değildir. Allah sonsuz lütufdur.
Öyleyse kötülük ondan gelmez, fakat şeylerden gelir. Üç türlü kötülük vardır:
1 — Fizikî kötülük ki , İbn Sina ona eksiklik
diyor : Meselâ olayların yetkinliğe ulaşamamaları gibi.
2 — Psikolojik kötülük k i keder, elem
şeklinde görünür.
3 — Metafizik kötülük ki, ona günah diyor
Kötülüğü
bu şekilde tanımlayan İbni Sina maddenin eksikliğinin neticesinde kötülüğün
doğuşu ile ilgili düşüncesi ruh ile ilgili düşünceleri ile çelişmektedir. Çünkü
kötülük ya da iyilik hali insanın ruhunda gerçekleşen bir durumdur. Ruh madde
ile beslenmez fakat burada maddenin yokluğu neticesinde kötülüğün doğduğunu
ileri sürmüştür. Burada bir çelişki doğmuştur.
İbni
Sina inanç ile ilgili düşünlerinde akıldan daha öne çıkardığı şey din olmuştur.
İbn
Sina peygamberleri filozoflardan üstün tutmuştur. Ona göre peygamberler aklı
inançla tamamlamaktadır. Peygamberlerin eylemi, yorumlama yolu iledir. Çünkü İbni
Sina vahyi Cebrail'in haber getirmesi diye anlamaz. Onu ilâhî kudret dediği
kazanılmış akla mahsus yüksek bir sezgi gibi görür. Vahiy, ilham, rüya ilâhî
hikmetin (bilgeliğin) unsurlarıdır. İbni Sina burada bir nevi Parapsychologie
kabul eder. Başka insanlar için görülmeyen son derecede ince bazı münasebetleri
kavrayan, özel olarak gelişmiş bir duyarlığa sahip bir kısım insanların
olduğunu ve onların vakaları önceden gördüklerini söyler. Bunlar peygamberlerdir.
İbni Sina'ya göre şeriatın dünyayı düzeltmek ve ruhu saflaştırmaktan başka
hedefi yoktur. Şeriatın öyle ise çift rolü olduğu sonucu çıkarılmaktadır.
1. Siyasî
rolü
2. Psikolojik
ve ahlâkî rolü.
Peygamber
bunları yapmak için halkın anlayamayacağı bazı hakikatleri misallerle izah
eder.
Böylelikle
İbni Sina dini ilkelerin hem toplumsal hem de bireysel anlamda en mükemmel,
erdemli bir inşa sürecine sahip olduğunu ve bunu gerçekleştirme misyonu
taşıdığını ileri sürmüştür
Yorumlar
Yorum Gönder